11 Eyl 2023
Suat yahut Delinin Zoru
Aklı mı Suat’ı terk etmişti, yoksa Suat mı aklını? Daha yalın bir anlatımla Suat bir deli miydi, yoksa veli mi? Meçhûl. Suat’ın pejmürdeliğinde bir gizin, bir sırrın yaşadığına inananların bile onu nesnesi yapabildikleri en yüksek, en anlamlı soru buydu. Suat’a dâir bir dikkat geliştirmeye başladığım zamanlarda her nasılsa edindiğim “dinî kitaplar okuduktan sonra böyle olduğu” bilgisi, daha doğrusu rivâyeti, bu soru muvâcehesinde ikinci ihtimâli, en azından benim nazarımda kuvvetlendiriyor. Ancak cevap aradığımız sorunun bir tuzak taşıdığını gözden kaçırmamamız lâzım. Üçüncü bir ihtimâli dışlayan soru aslında Suat ve akıl arasında mutlak bir ayrılığı dayatıyor ve Suat’ta var olduğu vehmedilen sırrın, Suat’ın hayatı yoluyla teklif ettiği şeyin üstünü örtüyor. Sürüye katılmayanları, herkesleşmeyenleri, herkes gibi olmayı reddedenleri marjinalleştirerek çemberin dışında yalnızlığa mahkûm etmek konusunda basit fakat etkili yöntemler kullanan kitle toplumu; Suat’ın aklıyla ilişkisi, aklını kullanma biçimi, kendine mahsus akıl yürütme tarzı, kendi dilimize yorumlamaksızın tercüme etmekte zorlanacağımız naif mantığı sırf bizimkine benzemiyor diye onu deli ilân ederek vicdan azabını bastırmakta zorlanmayacaktır. Dolayısıyla akıl ve Suat arasında sorumuzun daha başlangıçta kurduğu ilişki bizi iki ihtimâlden birine mahkûm etmemeli. İhtimâl ne olursa olsun, Suat’ın aklını kullanmadığı gibi bir sonuca yürümek konusunda aceleci olmamalıyız. Deli de olsa, veli de olsa Suat’ın söz ve fillerinde kamunun hilâfına bir başka dünyanın, başka türlü bir hayatın gayet rasyonel imkânlarını bulmamı Suat’ı alımlama tarzımdaki nikbînlikten kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Ancak o zaten tam da bu sebepten, modern-postmodern hayatlarımızı rahatsız eden imkânlarından ötürü tedavi edilmesi, ıslâh edilmesi, zapturapt altına alınması gereken bir deli olarak yaftalanmıştır. Lütfen serbest çağrışım tekniğinin yardımına başvurarak Suat’ı biraz anlatmama müsâade ediniz.
Çok yönlü bir “deli” olarak Suat’ı anlatmaya nereden başlamalı yahut bu “muhteşem deliyi” bir yazıya sığdırabilmek için muhtelif yönlerinden hangilerini seçip, hangilerini dışarıda bırakmalı? Ben maksadıma ulaşmak için en kestirme yolu tercih edecek ve Suat’ın en aykırı, en idealist, en devrimci eylemlerinin gerçekleşme zemini olan ticâretinden bahsedeceğim. Evet, doğru duydunuz, Suat bir burjuvadır, bir kent soyludur, bir ticâret adamıdır hatta bir bakış açısına göre kompradordur. Ancak tarak, çakmak, cep aynası, el feneri gibi küçük emtiadan ibâret ticâreti, daha çok satış, daha çok kâr, daha fazla sermaye birikimi gibi hırsların motive ettiği bir vahşi kapitalizm asla değildir, doyumluktur, geçimliktir, gelenekseldir, bu sebepten tımârhâneliktir. Suat’ın daha fazla ürün satmak için geliştirdiği sofistike pazarlama stratejileri yoktur. Günlük ihtiyâç karşılandıktan sonra tezgâh kapanır. Yarına Allah kerîmdir.
Suat’ın tezgâhındaki en önemli ürünlerden birisi taraktır. En basit, en adi, en gösterişsiz, en süssüz cinsinden; sahip olma arzularını tahrik edecek bir albenisi, evde var olan tarağı at ve yerine beni satın al diyen bir cazibesi olmayan; bizden bir nesil öncesine kadar erkeklerin kumaş mendille birlikte arka ceplerinde taşıdıkları; saç taramak dışında (sadece büyük takımların renginde imâl edilmiş daha süslü versiyonlarının tuttuğunuz takımı göstermek gibi fazladan bir simgesel kıymeti vardır) hiçbir işlevi olmayan bildiğimiz plastik tarak. Bir arzu nesnesi değildir. Kullanıcısına fazladan bir simgesel sermaye, saygınlık, statü, haz ve anlam kazandıracak, komşu-arkadaş çatlatmaya yarayacak bir marka, piyasa ve yaşam tarzı değeri yoktur, aksine hangi dereceden olursa olsun mevcut konumunuzu tüketim toplumu nezdinde derinden sarsabilecek negatif yüklemlere sahiptir. Bu ürünler sizi köylü, taşralı, fakir, eski kafalı, geri, out, demode olmak gibi modern toplumun suç saydığı kategorilere tıkmak için yeterli karîneyi sunar ve “bizimle deyılsın” dışlamasını meşrulaştırır. Suat giderek azalan satışlara rağmen daha fazla satmak, satışı sürekli kılmak, yeniden satış koşullarını çoğaltmak, sermaye ve pazarı büyütmek, kârı arttırmak adına hiçbir şey yapmaz, ürünlerini güncelleyip çeşitlendirmez, ısrarlı ve istikrarlı bir şekilde tezgâhını hep aynı ürünlere açar, piyasa kanunlarının dışında, daha çok bir lonca edebiyle, ahi ahlâkıyla, bir eski zaman kanâatkârlığıyla iş görür. Herhangi bir müşterisinin tarak ihtiyâcını karşıladıktan sonra aynı müşterinin, aynı ihtiyâçla bir daha kendisine uzun bir müddet mürâcaat etmeyeceğini bilir ve müşterideki tarak ihtiyâcını yeniden üretmek, çabuklaştırmak, tâcil etmek için herhangi bir ayartıcı girişimde bulunmaz. Ürünü pazarlamaya dönük tek taktiği, müşterinin beğenisine sunduğu tarağı önce kendi pis, dağınık, âdetâ yapağıya dönmüş saç ve sakallarında tecrübe etmek suretiyle bakın şu gördüğünüz mütevazı tarak bu karman çorman kafayı bile adam ettikten sonra sizin ipekten saçlarınızda “neler yapmaz ki”yi oynayıp tebessüm etmekten ibârettir.
Suat’tan ancak ürünün kendisini, yani saç taramak için bir tarağı alabilirsiniz, kullanım değeri dışında bir başka getiriyi, hazzı, bir simulakrı değil. Ürünün pazarlanmasına gerek yoktur. Bir tarağa ihtiyâcınız varsa Suat oradadır. Ürüne olan güveni marka yaratmaz. Satıcıya, yani Suat’a olan güven ürünün kalitesini ve en iyi fiyatı da garanti eder. Memnuniyetsizlik ve ürünün beklentileri karşılamaması durumunda muhâtabınız, gözle görülmeyen firmaların sizi kendi haklılığınızdan şüpheye düşürecek kertede iknâda uzmanlaşmış müşteri ilişkileri sorumluları değil, doğrudan doğruya bütün sıcaklığıyla Suat’tır. Risk sıfırdır. Üstüne yeni bir tarağı, yanında eşantiyon bir çakmak veya cep aynasını da bir esnaf iyi niyeti olarak size vermesi işten bile değildir.
Suat’ın ticâreti böyledir. Hayatıyla ticâreti arasında bir çelişki yahut kopukluk yoktur. Çünkü hayat onda parçalanmamıştır, bütündür. Çorabın içine sokulmuş paçaları, lastik ayakkabıları, yamalı gocuğu, kırık dökük bisikleti ve çocuklara mahsus neşesiyle Suat, hayatın içinden bir şiir, bir şarkı gibi geçer. O şiir gibi yaşar, gibisi fazladır hayatıyla, yaşama biçimiyle bir şiiri yapar, yaşayarak bir şiiri, şiir gibi bir hayatı dokur. Şiir gibi konuştuğu, denizle mehtâbı aynı masaya oturtup sohbet ettirdiği vâkidir ancak şâir veya şâirâne değildir. O, onun imrendiğim fakat yaşamaya asla cesaret edemediğim, edemeyeceğim hayatı şiirin kendisidir, bizatihi şiirdir. Bu itibârla Suat’ı, Suat’ın ahvâl ve ef’âlini, sözlerini, aklını kullanma biçimini bilimin nesnesi kılarak onun hakkında delidir gibi bir hükme çıkaracak bütün yollar baştan kapalıdır. O bilimle, bilimin gözleme dayalı yöntemleriyle dışarından açıklanamaz ancak sanatla, edebiyatla, şiirle içeriden anlaşılabilir, sadece ve sadece edebiyatın diliyle söze getirilebilir. O şiirde dile gelir, kendini ancak şiire açar.
Amerika’nın Irak’ı işgâle hazırlandığı günlerin belirsizliği içindeydik. Türkiye’nin coğrafî konumunu Amerika’ya pazarlamanın adına strateji denildiği zamanlardı. Âkil adamlarımız, beylerimiz, paşalarımız, yazar çizerlerimiz kuzey cephesi açılmazsa Amerika’nın nasıl bir bataklığa saplanacağını konuşuyorlardı ekranlarda. Suat’la yolda karşılaştık ve “Arap derili insanlar birbirlerini öldürüyor kardeşim” cümlesini birkaç sararmış dişin kaldığı ağzını, âşinâsı olanların bildikleri kendisine has acı çeken bir mimikle büzüştürerek söyleyiverdi. Söylemedi de zehirli bir ok gibi fırlatıverdi âdetâ. Amerika kuzey cephesini kullansa da kullanmasa da Amerikan postalları çiğneye çiğneye bataklığa çevirecekti Irak topraklarını. Irak’a demokrasi ve insan haklarının değil sadece ve sadece ölümün geldiğini, Iraklıları bekleyen kaderin kendi kanlarında boğulmak olduğunu gören, görebilen Suat mı deliydi, yoksa Irak’a Amerika zaviyesinden, Amerikan bir gözle bakan, Irak’ı, Iraklıları değil de Amerika’yı dert edinen ukalâmız mı?
“Bilmem ne eğitim kurumları” yazan bir tabelanın önünde, eğitim güzel de bacanın, kara kurumun, ziftin eğitimi olmaz demesini, orada hazır bulunan herkesin Suat’ın cahilliğine, müessese anlamındaki kurum ile bacadaki kurumu ayırabilecek dilbilgisine sahip olmamasına vererek gülüp eğlenmesine aldırmadan, benim bu sözlerde daha derin bir anlam, örtük bir hikmet, bir sistem eleştirisi görmemi pek iknâ edici bulmaya bilirsiniz. Lakin insanların mâden gibi olduklarına, bazen bir mıknatıs gibi birbirlerini itip çekebildiklerine dâir verdiği bir ayaküstü söylevini dinlemiş olsaydınız eminim Suat’ta insanı çeken gizli bir mâdenin, sırlı bir cevherin olduğuna inanırdınız. Biraz hayret onun büyüsüne kapılmak için yeter. Eğer ıslığının izini sürebilirseniz, mütevekkil gamsızlığın pamuktan uçurumuna siz de düşebilirsiniz.