7 Mar 2022
Etno-Seküler Tasarımdan Etno-Dinsel Tasavvura: Mahzun Mabedden Camii Kebire Ayasofya’nın Dönüşümü – III
2.2. Ayasofya’nın İdeolojik Konsolidasyonunda Öteki İmajı: Negatif Batı Tasavvuru ve Onun Yerli İşbirlikçileri
Bütün kimlik inşalarında, “ben kimim?” sorununun cevabı aranırken, cevap “öteki”nin kim olduğu üzerinden kurgulanmaktadır. Yani bir kimlik inşası için öncelikle “öteki”yi belirlemek, “biz” olgusunun ne olduğunun anlaşılması için elzemdir. Kemalizm’in kimlik paradigması için öteki Osmanlı-İslam unsurları olmuş, böylece Batılı-seküler Türk kimliği bu unsurlara karşı inşa edilmişti. Türk sağını oluşturan fikir akımları ise ötekiyi Kemalist uygulamalar olarak kurgulamışlar, “biz” unsurunu Osmanlı-İslam kimliği çerçevesinde şekillendirmişlerdir. Ayasofya, Türk sağı için kimlik tasavvurunda kullanılan bir sembol olmasının yanında, kendi ötekisini üretebilme niteliğine de haizdir. Bu üretimin başlangıç noktası Ayasofya’nın müzeleştirilmesine ilişkin komplo teorilerinde görülmektedir. Türk Sağı tarafından Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin açıklamalara hiçbir zaman itibar edilmemiş, yeni rejimin seküler mekân algısı ise yeterli bir neden olarak görülmemiştir. Ayasofya’nın cami hüviyetinden çıkarılmasına ilişkin çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları Batı’nın Bizans’ı yeniden diriltme ve misyonerlik faaliyetleri olarak ifade edilirken, bazıları da Yunanistan’la gizli bir anlaşma yapıldığı ya da Lozan’da zabıtlara geçirilmeyen bir söz olarak Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarıldığına ilişkindir. Masonlar ise bu konuda suçlanan bir diğer yapıdır. Daha ileri boyuttaki komplo teorisine göre Ayasofya’daki duvarlarda mozaikler bulunmamaktadır, bunlar daha sonra Ayasofya’nın restorasyonunda çalışan Hristiyanlarca yapılmıştır. Ancak bu komplo teorileri bazen yaşanan gelişmelerin etkisiyle daha çok güçlenmekte ya da taraftar bulabilmektedir. Papa IV. Paul 1967 yılında Türkiye’yi ziyaret etmiş, bu esnada Ayasofya’ya gitmiş ve orada diz çöküp dua etmiştir. Bu durum milliyetçi-mukaddesatçı camianın tepkisini çekmiş, Ayasofya’nın müzeleştirilmesinin temel gayesinin onun tekrar kiliseye döndürmek olduğu düşünülmüştür. Bu durum Türk sağının değişik kesimlerince protesto edilmişti hatta Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) üyesi öğrenciler Ayasofya’nın önünde namaz kılmışlardı (Özekmekçi, 2020: 284-285, 296).
Ayasofya cami hüviyetinin sona erdirilmesine ilişkin komplo teorileri, aslında öteki olarak konumlandırılan kimlikler hakkında da bilgi vermektedir. Bunlar, Batı, Hristiyanlar, Lozan’da pazarlık yapanlar, Masonlar vs. şeklinde uzun bir listeyle sıralanabilir. Mehmet Şevki Eygi bu sıralamayı şu şekilde yapmaktadır: “Ayasofya’nın cami olmasını kimler istiyor? Tüm Müslümanlar, Ayasofya’nın cami olmasını kimler istemiyor? Farmasonlar, Komünistler, Sosyalistler, Siyonistler, Sabatayistler, dinsizler, imansızlar, Hristiyanlar.” (Eygi, 1967’den aktaran Özekmekçi, 2020: 285). Buradan da anlaşılacağı üzere, Ayasofya temelinde inşa edilen kimliğin “biz”i Müslümanlar, ötekileri ise yukarıda sıralanan gruplardır. Bu çerçevede ilk olarak içerideki öteki önem arz etmektedir. Çünkü içerideki öteki, milliyetçi-mukaddesatçı entelijansiyanın edebi çalışmalarında ve polemik yazılarında ajite edici bir üslupla ele alınmaktadır. Mesela Arif Nihat Asya’nın kaleme almış olduğu şu şiirdeki mısraları, veryansın biçiminde Ayasofya üzerinden kimlik üretimini işaret etmektedir: “Ulu Mabed neye hicrana büründün böyle/Fatih’in devrini bir nebzecik olsun, söyle!../Beş vakit loşluğunda saf saftık/Davetin vardı dün ezanlarda/Utansınlar seni, ulu mabed;/Kapayanlar da, açmayanlar da!” (Azak, 2014: 251). Osman Yüksel ise biraz daha sert bir üslupla bu konuyu dile getirmektedir:
Fethin, Fatih’in mabedinden kitabı mübini, bu ulu dini kaldıran kim? Dinimize, imanımıza saldıran kim?!.. Asırlık surların arkasından köhne Bizans’ı hortlatmak isteyen eller kimin eli, bunu söyleyenler kimin dili, Ayasofya’yı puthane yapan hangi delidir?!.. Elleri kurusun, dilleri kurusun… Ayasofya, Ayasofya seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim? (Yüksel, 1952: 3).
Ayasofya’yı “kapayanlar”, onu “çırılçıplak soyanlar”, “dine ve imana saldıranlar”, orayı “putlarla” dolu bir yer haline getirenler ve “Bizans’ı hortlatmak” isteyenler şeklindeki ifadeler de içerideki ötekiyi işaret etmektedir. Nitekim Serdengeçti dergisinde Fatih Sultan Mehmet’in ağzından yapılan hitap, içerideki ötekiyi dinî retorik üzerinden yeniden üretmektedir:
Bu etrafımda gördüğüm kâbuslar nedir? Üç tepede üç haçlı zaferi görüyorum. Bu şehrin fethine anahtar olsun diye inşa ettirdiğim büyük Peygamberin ismini taşla yazan Rumeli Hisarı’nın üstünde Protestanlar nakus inletiyorlar. Ben keşke orada şehit olsaydım. Belki türbem ahfadımı bu zilletten korurdu. Ya Ayasofya’nın minarelerindeki ezan sesini kim susturdu? O minarelerde okunan ezan, Allah’ın adı yanında Peygamber’in adını göklere dağıtırken ecdadına bağlı ruhlarda beni de düşündürüyordu da ondan mı? Bin Haçlı ordusu bunları yapamazdı! Siz nasıl yaptınız? Bunu asıl yapanlar, şimdi hürriyet kahramanları diye başka bir tepede defnolunmuşlar, taziz olunuyorlar. Heyhat bana, heyhat asıl evladıma! Bu şehri görmek istemem artık. Ufuklara çevriliyorum. Bakışlarım daha uzaklara dalarak, düşman emelleriyle minarelerinde ezan sesleri susturulan Ayasofya’nın kubbesinden Irak ve Acem hudutlarına kadar bütün Anadolu’yu kucakladı. Nice yüz bin şehit kanıyla üzerinde birlik kurduğumuz bu vatan ne kadar perişan olmuş! (Serdengeçti, 1952a: 3).
Burada İstanbul’u fetheden Fatih’in dilinden söylenmek istenen şey, seküler devrimlere yönelik eleştiridir. Ayasofya’da ezanların susması ve vatanın perişan olması aslında Haçlı ordularının bile başaramayacağı şeyler iken, bunları “siz nasıl yaptınız?” sorusunun cevabının muhatabı yine metinde, “hürriyet kahramanları diye başka bir tepeye defnolmuşlar” biçiminde belirtilmekte, örtülü bir şekilde Türk modernleşmesini/Cumhuriyet devrimlerini ve bunu yapanları -hürriyet kahramanı ve tepeye defnolunan kişi muhtemelen Atatürk’tür- kastedilmektedir. Fakat Azak’a (2014: 247-248) göre Ayasofya’nın müzeleştirilmesi bir ihanet, müsebbibi ise yerli işbirlikçiler olmakla birlikte doğrudan Atatürk suçlu gösterilmez, hatta Ayasofya’nın müze oluşundaki imzanın bile Atatürk’e ait olmadığı iddia edilmektedir. Buna karşın suçlu “İslam’a din ve iman aleyhine açtığı bu çeyrek asır harbini, laikliğin icapları olarak kabul”(Ogan, 1952, 4-5’ten aktaran Azak, 2014: 248) eden CHP’dir. Nitekim CHP, Türk sağı tarafından Ayasofya’yı tekrar cami haline dönüştürmenin tarihî-hukuki zemini olarak dolaşıma sokulan Fatih’in Ayasofya Vakfiyesi belgesinde yer alan lanetle de yine dolaylı bir şekilde CHP hedef alınır. Fatih’in Ayasofya Vakfiyesi Topkapı Sarayı Hazine Kütüphanesinde 1535 numarada kayıtlı olup yaklaşık dört yüz sayfaya yakın Arapça bir metindir. 18. Yüzyılda Türkçeye tercüme edilen metindeki lanet Büyük Doğu dergisinde “Fatihliğimizin sembolü Ayasofya’dır” başlığıyla yayımlanır. Buna göre “Allah’ın, meleklerin ve insanların laneti, bu vakfın şartlarını bozanlar ve değiştirenler üzerine olsun. Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen azap içinde bulunsunlar, yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın” (Azak, 2014: 247). Ayasofya’ya ilişkin bu lanetle yıllar sonra, günümüzde, yeniden camiye çevrilmesine ilişkin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında da karşılaşılacaktır. Pek tabi olarak Cumhurbaşkanının konuşmasında ötekiye yönelik Türk sağının geleneksel yaklaşımını devam ettiği görülmektedir:
Evet, bugün alınan karar aynı zamanda Fatih’in işte bu ağır bedduasından kurtulmamızı sağlamıştır. Gerçi aynı zihniyet bugün de bırakınız Ayasofya’nın hüznünü gidermeyi, İstanbul’un en gözde camisi Sultan Ahmed’i müzeye dönüştürmeyi teklif edebilmektedir. Bu zihniyet geçmişte Sultan Ahmet Camii’ni resim galerisi, Yıldız Saray’ını kumarhane, Ayasofya’yı caz kulübü olarak kullanmayı da düşünmüş, hatta bir kısmı gerçekleştirmişti. Her dönemde olduğu gibi günümüzde de bu bakış açısı çağdaşlık kisvesi altında çağdışı bir anlayışın tezahürüdür (tcbb.gov.tr, 10.07.2020).
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya Vakfiyesindeki laneti okuması muhalefetin yoğun eleştirisine neden olmuş, Atatürk’ü hedef almakla suçlanmıştır. Ancak, hem bu konuşmadaki vurguları, hem de laneti okuması, aslında Türk sağ geleneğini sürdürmesinden ibaret olup, erken Cumhuriyet dönemi uygulamalarını ve yönetimini “öteki” olarak gören anlayışın devamı şeklinde kabul edilebilir. Türk sağının özellikle İslamcı-muhafazakâr damarının Türk modernleşmesi ve onun temsil ettiği seküler düzenlemelere yönelik eleştirisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında da görülmektedir. Osmanlı’dan miras kalan tarihî ve dinî yapıların, “kumarhane”, “caz kulübü” ve “resim sergisi” yapılmak istenmesinin belirtilmesi, bir nevi Batılı olan uygulamalara “öteki” anlamını yüklemekte ve bu ötekinin içerideki temsilcisinin ise bu uygulamaları hayata geçirmek isteyenler olduğu söylenebilir. Günümüz ve erken Cumhuriyet dönemi uygulamaları arasındaki bağlantıyı ya da zihinsel kodların sürekliliği ise Ayasofya tartışmaları devam ederken Sultanahmet’in müze olması gerektiğine ilişkin görüşle sağlanmaktadır. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eleştirdiği bu teklif, CHP Milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun tarafından yapılmış olup, Ayasofya’nın müze statüsünün devam etmesinin yanında Sultanahmet’in de müze haline dönüştürülmesini içermektedir (Sabah, 11.06.2020). Doğal olarak bu teklifi dile getirenin CHP’li milletvekili olması, erken Cumhuriyet döneminde yapılan değişikliklerle beraber ele alındığında, Ayasofya sembolü üzerinden öteki inşası için gayet elverişli bir durumun oluşmasını beraberinde getirmektedir.
Ayasofya’nın açılmasına yönelik talepler, ellili ve altmışlı yıllarda milliyetçi-mukaddesatçı literatürde Osmanlı nostaljisi ve “mahzun mabed” söylemini ön plana çıkarmıştı. Bora’ya (2009, 912) göre bu durum, Türk sağını oluşturan fikir akımlarının temel varsayımlarını ve kurucu teması olan komplocu ve özcü negatif Batı algısını canlı tutan bir harç işlevi görmüştür. Ayasofya sembolü ve bu hususta oluşan yazında verilen mesaj milli iradeye karşı kendi öz kültüründen kopuk, yabancılaşmış yani Batılılaşmış yerli işbirlikçilerin ihanetiydi. Bu durum iç düşman imgesini oluşturuyordu. Birde dış düşmanlar vardı. Fedai dergisinin 1966 yılı Ocak ayındaki kapağı, bu dış öteki tasavvuru bakımından yol göstericidir. Derginin kapağında, Ayasofya siluetini arkasına almış uçan bir yarasa bulunmaktadır. Yarasanın kanatları üzerinde “Megalo İdea, Davut yıldızı, komünizmin sembolü orak-çekiç ile Megalo İdea ve İslam düşmanlığı yazıları yer almaktadır (Özekmekçi, 2020: 301). Buradaki temsil, dış öteki hakkında bilgi vermektedir. Komünizm karşıtlığı ve anti-semitizm Türk sağının temel özellikleri olmakla birlikte Megalo İdea vurgusu, Ayasofya’nın Bizans geçmişi ve Kıbrıs sorunu nedeniyle denkleme katıldığı söylenebilir. Daha önce bahsedildiği üzere komplo teorilerinde Ayasofya hassasiyetinin İstanbul’un fethi kutlamalarında başlaması, Ayasofya’nın tekrar kilise olabileceği korkusu ve Bizans’ı hortlatma metaforu, bu minvalde hem dış hem de iç ötekinin en mümeyyiz temsilcisinin Rumlar olduğunu göstermektedir. Ayasofya yazısı nedeniyle yargılanan Osman Yüksel yapmış olduğu savunmada şunları dile getirmişti:
Sanki karşımda, iddia makamında, Müslüman bir Türkü değil, Athenegoras’ın mümessilini görüyorum!… Ürperiyorum!… Ürperiyorum!… (…) Sayın savcımız, geçen celsede serdettiği iddianamesinde, Ayasofya’dan bahsederken mütemadiyen, “aslında kilise olan”, “aslında kilise olan” diye kilise kelimesi üzerinde ısrarla durdular. Bana bu çok ağır geldi!.. Muhterem savcımız, bırakalım onu Rumlar söylesin. Biz Türk’üz, Müslüman’ız (….) Athenegoras bunu duysaydı, savcımızı alnından öperdi (….) Kraldan ziyade kralcı, Konstantin’den ziyade Konstantinci olmak neye?.. (Yüksel, 1956: 6).
Savunmadaki iddia makamının Müslüman bir Türk değil adeta bir Rum gibi hareket ettiği, Ayasofya’yı kilise olarak gördüğü ve Konstantincilik yapmakla itham ettiği savcı üzerinden dış öteki konumlandırılmaktadır. Ancak bu dış ötekiye ilişkin yaklaşım konjontürel bir nitelik arz etmişti. İstanbul’un fethinin 500. Yılı kutlamalarının sönük geçmesinin tek nedeni yeni katıldığımız NATO içindeki müttefikimiz Yunanistan’ı üzmemekti. Kıbrıs sorununun altmışlı yılların başında yeniden alevlenmesiyle birlikte Ayasofya’yla ilgili yazılarda yeniden artış oldu (Azak, 2014: 254). Ali Rıza Alp yazısında Osmanlı’nın çekilmek zorunda kaldığı bütün coğrafyalarda esaretin minarelerin ezansız kalmasıyla başladığı, Rumların Megalo İdeaları karşısında onların bu hayallerini yok etmenin yegâne yolunun Ayasofya’yı yeniden açmak olduğunu belirtmiştir (Alp, 1964: 54-55). Ancak içinde bulunduğumuz Batı ittifakının Kıbrıs konusundaki ikiyüzlü tavrı, milliyetçi-mukaddesatçı çevre tarafından eleştirilmekte ve bunun üzerinden modernleşme eleştirisi yapılmaktadır: “Ayasofya Türkün öz evi ve anayurdu içinde güya Türklerin eliyle manasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resûlunün mukaddes isimleri indiriliyor… İşte Kıbrıs davası!… O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz?”(Kısakürek, 1966).
Kıbrıs sorununun Ayasofya meselesiyle alakası, bu sorunun, hem Türk, hem de Yunan milliyetçiliklerini biçimlendirmedeki etkisiyle (Kızılyürek, 2016) açıklanabilir. Bora’ya (2017: 247) göre Kıbrıs meselesi Türk milliyetçiliğinin resmî boyutu ile sağdaki karşılıkları arasında etkileşimi arttırıp güçlenmesine vesile olmakta ve popülerleşip kitleselleşmesine katkıda bulunmaktadır. Dolayısıyla bu sorunun Türk sağındaki Ayasofya sembolizasyonuyla etkileşime girmesi kaçınılmazdır. Yunanistan’la Türkiye arasındaki gerilimli ilişkiler Kıbrıs, fır hattı, kıta sahanlığı, azınlıklar, adalar ve münhasır ekonomik bölge ilanları sebebiyle süreklilik arz etmektedir. Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürüldüğü dönem incelenecek olursa, yine Kıbrıs özelinde neredeyse çatışma raddesine yaklaşan sorunlu ilişkiler bulunmaktadır. Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge ilanları ve doğalgaz arama faaliyetleri nedeniyle yaşanan sorunlar, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin, İsrail, Mısır, AB ve ABD ile imzalamış olduğu anlaşmalar ve yapmış olduğu ittifaklar neticesinde Türkiye’yi kendi sahillerine sıkıştırma politikası ilişkilerin aşırı gerilmesine neden olmuştur. Türkiye’nin Libya, Suriye ve Kuzey Irak’taki yürüttüğü askerî harekâtın yanında Doğu Akdeniz’de yaşanan sorunlar dış politika gündeminin bir numaralı konusu olmuştur. Ancak Cumhurbaşkanı’nın açılış konuşmasında bu konuya ilişkin herhangi bir şey ifade etmemiştir. Cumhurbaşkanının konuşmasında yer alan “Türkiye olarak nasıl diğer ülkelerdeki ibadet mekânlarıyla ilgili tasarruflara karışmıyorsak, biz de tarihi ve hukuki haklarımıza sahip çıkma konusunda aynı anlayışı bekliyoruz. Üstelik bu öyle 50-100 yıllık değil, tam 567 yıllık bir haktır.” (tcbb.gov.tr, 10.07.2020) şeklindeki ifadeleri daha çok Türkiye’nin milli egemenliğine ve tarihsel haklarına -Osmanlı’dan kaynaklanan- atıf yapmaktadır.
Ayasofya teması üzerinden inşa edilen iç ve dış ötekilere karşı Türk sağı aksiyoner bir davranış sergilenmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu aksiyonerlik kendisini Ayasofya’nın yeniden açılmasına yönelik talep ve planlardan oluşmaktadır. Bundan önceki başlıkta belirtildiği üzere, Ayasofya’nın Türk sağını oluşturan fikir akımları için anlamı, Fatih ve fetih temelinde inşa edilmiştir. Bu çerçevede Fatih figürü ve fetihten ilham alan fetihçi bir anlayışla, hatta bir nevi iç irredentizmle (Bora, 1995) düşmanın içerideki alanlarını fethetmeye dayalı biçimde şekillenen milliyetçi bir retorik, Türk sağında dolaşıma girmiştir. Ayasofya temelinde inşa edilen anlam dünyasının somut çıktısı, oranın tekrar ibadethaneye dönüştürülmesidir. Bu durum aslında iki işlevi beraberinde getirmektedir. İlk olarak seküler-Batıcı Kemalist rejime karşı bir başarı hikâyesinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. İkinci olarak, rövanşist söylem resmî ideoloji karşısında Türk sağının popülaritesini ve hitap ettiği kitleyi arttırmasına vesile olmaktadır (Özekmekçi, 2020: 297). Ayasofya’nın açılma talebi bu minvalde Türk sağı için bir aksiyon hüviyetindedir. Bu talep ve aksiyona çağrı Osman Yüksel’in yazısında olduğu gibi birçok yazıda görülmektedir:
Ayasofya!.. Ey muhteşem mabet!.. Merak etme, Fatih’in torunları yakında bütün putları devirip seni camiye çevirecekler. Gözyaşlarıyla abdest alarak secdelere kapanacaklar… Tehlil ve tekbir sadaları boş kubbelerini yeniden dolduracak. İkinci bir fetih olacak. Ozanlar bunun destanını, ezanlar bunun ilanını yapacaklar. Sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen tekbir sesleri fezaları inletecek. Şerefelerin yine, Allah’ın ve onun sevgili Peygamberi Hz. Muhammed’in şerefine ışıl ışıl yanacak… Bütün dünya Fatih dirildi sanacak… Bu olacak Ayasofya, bu olacak!.. İkinci bir fetih, yeni bir basübadelmevt… Bu muhakkak. Bugünler yakın, belki yarın; belki yarından da yakındır.. (Serdengeçti, 1952b: 3).
Seküler devrimlerin sona erdirilmesi putların devrilmesiyle, milliyetçi-mukaddesatçı yapının zaferi ikinci bir fetihle özdeşleştirilmekte, kitlelere dini kavramların eşliğinde ikinci fethin müjdesi “belki yarın, belki yarından da yakın” sözüyle verilmekte, böylece Türk sağının mobilize olması sağlanmaktadır. Rövanş duygusunun oluşturulması kitlelerin kanalize olması için en iyi yoldur ve esaret- ten kurtarılması ise Ayasofya noktasında hem iç hem de dış politika algısını şekillendirmektedir. Ancak tekrar aksiyon kısmına dönecek olursak, Türk sağını oluşturan grupların her biri farklı farklı planlarla Ayasofya’yı yeniden açmayı tahayyül etmişlerdir. Mesela Türkiye İşçi Partisi ve CHP’li vekiller hariç sağ partilerden Milletvekilleri Cebeci’de bir araya gelerek milli davalarda ortak hareket etme kararı alırlar ve ilk iş olarak Ayasofya’ya giderek içeriye girip namaz kılarak açmayı planlarlar (Özekmekçi, 2020: 299, 304). Yine Altan Deliorman’ın (2014) aktardığına göre Atsız’a yakın olan Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneğine mensup gençler beyaz keçeli külahlar, atlar ve kılıçlarla yapacakları kortejden sonra Ayasofya’ya yönelerek kapıyı kırıp namaz kılacaklar ve bunun sonunda yeniden cami olacaktı. Bu şekilde muhayyel planların dışında, fethin her yıldönümünde Ayasofya’nın açılmasına yönelik talepler ifade edilmektedir. İstanbul’un fethinin 517. Yıldönümünde -517 Peygamber efendimizin doğduğu yıldır- Saraçhane’de bir araya gelen, kendilerine “sağ cephe” adını veren milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı sivil toplum kuruluşları büyük bir miting düzenlemişler, bu mitingde Necip Fazıl bir konuşma yapmış ve Ayasofya’nın zincirlerini kırmayı istediklerini belirtmişti (İşler, 2020: 306). Resmi ideolojinin seküler-laisist politikalarının somut bir çıktısı olan Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi, Türk sağı için bir fetih olacağı düşünülmektedir. Bundan dolayı, Ayasofya’nın tekrar cami yapılması milli bir zafer, bunu yapan kişi de Fatih gibi büyük bir lider olacaktı (Azak, 2014: 258). Ayasofya’nın açılmasına yönelik istence sahip olan birkaç DP’li milletvekili bulunuyordu. Benzer şekilde daha sonraki süreçte Adalet Partili (AP) vekillerde vardı. Milli Selamet Partisi lideri Necmettin Erbakan ise birçok konuşmasında Ayasofya’yı açacaklarını vaat etmişti. AP lideri Süleyman Demirel, 8 Ağustos 1980 yılında Ayasofya’da bulunan Hünkâr Mahfilini ibadete açtı. Ancak 12 Eylül Askeri Darbesi sonucunda cunta yönetimi Hünkâr Mahfilini ibadete kapattı. Aynı yer 1992 yılında Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan olan Yıldırım Akbulut tarafından ibadete açtırıldı. Yine de Ayasofya için beklemek gerekiyordu. Bu bekleyiş Temmuz 2020’ye kadar devam etti ve en nihayetinde Ayasofya tekrar cami oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda şu ifadelerde bulunmuştur: “Ayasofya’nın dirilişi bu mabedin kapılarındaki zincirler yanında topyekûn gönüllerdeki ve ayaklardaki prangaların da kırılıp atılmasıdır. Ezanın aslına döndürülmesinden 70 yıl sonra Fatih’in emaneti Ayasofya’nın da cami olarak hizmete girmesi gecikmiş bir yeniden silkiniştir” (tccb.gov.tr, 10.07.2020). Türk sağı literatüründe yer alan “Ayasofya’nın zincirlerini kırma” metaforu Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da kullanılmış, Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi bir “diriliş” ve “yeniden silkiniş” olarak telakki edilmiş, “gönüllerdeki ve ayaklardaki prangaların” kırılması ise hem maddi hem manevi açıdan Ayasofya’nın yeniden ibadethaneye dönüştürülmesinin oluşturduğu olumlu etkiden söz edilmiştir. Ancak burada üzerinde durulması gereken konu, Ayasofya’nın ibadethaneye dönüştürüldüğü gün ile ezanın yeniden Arapça okunmaya başladığı gün arasında kurulan benzerliktir. Ezan, DP iktidara geldikten sonra tekrar Arapça okunmaya başlanmış, bu durum Türk sağı ile Adnan Menderes arasında bir bağ kurulmasına neden olmuştu. Aynı zamanda ezanın Türkçe okutulması, İslamcı-muhafazakâr gruplar tarafından seküler devrimler arasında hala en çok eleştirilen devrim olup, tekrar Arapça okunmaya başlanılmasını ise Kemalist rejime karşı elde edilen ilk büyük bir zafer olarak görmektedir. Bu minvalde Ayasofya ve ezanın Arapça okunmaya başlandığı günün aynı gün olmasının vurgulanması önem arz etmektedir. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasının bütününde de bir rövanş ya da yeniden bir fetih söyleminden ziyade “diriliş” ve “yeniden silkiniş” gibi söylemler kullanılmıştır. Buna karşın yeniden ibadethaneye dönüştürüldükten sonra Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kılıçla minbere çıkması, bu yeniden fetihçi anlayışın görseli hüviyetindedir. Çünkü Osmanlı döneminde yeni fethedilen bölgelerde fetih hakkı olarak herhangi bir ibadethane camiye çevrilir ve imam kılıçla minbere çıkardı. Yani oranın kılıçla fethedildiği anlamına gelirdi oysa Ayasofya’nın mülkiyeti Türkiye Cumhuriyeti’ne aittir. Dolayısıyla buradaki yeniden fetih mesajı içeriyi ve dışarıyı kapsayan niteliğe sahiptir. İçeride Batıcı-seküler yapı, dışarıda da başta Yunanistan olmak üzere sorun yaşanılan bütün Batılı ülkelere karşı bir mesajdır bu.
* Devam edecek…
** Bu yazı ilk olarak Milliyetçilik Araştırmaları Dergisi’nin Nisan 2021 sayısında yayımlanmıştır.