27 Şub 2022

Etno-Seküler Tasarımdan Etno-Dinsel Tasavvura: Mahzun Mabedden Camii Kebire Ayasofya’nın Dönüşümü – I

Yazan: YUSUF ZİYA BÖLÜKBAŞI

24 Temmuz 2020 tarihinde 86 yıllık müze statüsü sona eren Ayasofya, Cuma namazına müteakip yeniden ibadete açıldı. Bu olay, her ne kadar Covid-19 salgını devam ediyor olsa da, devlet ricalinin de katılımı ve teşvikiyle yüz binlerce kişi tarafından coşkuyla kutlandı. Bu kutlamalara yurdun dört bir tarafından ve Avrupa’da yaşayan gurbetçilerden katılım gerçekleştiği görüldü. Ayasofya’nın yeniden ibadete açıldığı gün yapılan sokak röportajlarından birinde –CNNTÜRK kanalında yayınlanmıştı- uzatılan mikrofona vatandaş şöyle bir açıklama yaptı: “Türklüğümüzle, milliyetçiliğimizle, İslamcılığımızla gurur duyuyoruz.” İşte bu çalışmanın ortaya çıkmasını sağlayan söylem bu oldu. Daha doğrusu bu söylemin işaret ettiği kimlik paradigması. Nitekim Ayasofya’nın müzeye dönüştürüldüğü tarih ile yeniden cami olarak ibadete açıldığı tarih ve bunları yapan iktidarlar mukayese edilecek olursa, kimliksel bağlamda yaşanan çatışma ve dönüşüm daha rahat anlaşılmış olacaktır. Böylece mevcut çalışmada şu sorunun cevabı aranacaktır: “Ayasofya’nın bir sembol olarak Türk siyasal biyografindeki kimliksel dönüşümle ilişkisi nedir?” Bu sorunun cevabını verebilmek için, mevcut çalışmanın kavramsal, teorik ve metodolojik çerçevesini belirtmek gerekir.

Ayasofya’nın kimliksel bir sembol/mekân olarak tasavvur edilmesine yönelik tek tek ideolojilerin bu konuya yaklaşımından ziyade bir bütün olarak sağ siyasetin yani Türk sağının epistemolojik yapısı üzerinde durmak elzemdir. Bu konuda Tanıl Bora’nın “Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakârlık ve İslamcılık” eserinden yararlanmayı uygun buluyorum. Bora’ya (2014: 7-9) göre Türk sağını oluşturan milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık, bir bütünün parçaları, bir organizmayı oluşturan organlar hüviyetindedir. Aslında bu akımların oluşturduğu bütün maddenin kendisidir, akımlar ise maddenin halleridir. Milliyetçilik, Türk sağının dilbilgisini oluşturması hasebiyle maddenin katı halidir. İslamcılık ise imge, değer ve ritüelleri oluşturması sebebiyle maddenin sıvı halidir. Muhafazakârlık diğer iki ideolojiden farklı olarak bir üslup ve duruş biçimi olması, maddenin gaz hali olarak görünmesini beraberinde getirir. Yani burada Bora madde metaforuyla bu üç ideolojiyi, tek bir düşünce yapısını oluşturduklarını işaret ederek açıklamaktadır. Aslında genel olarak Bora’nın bu yaklaşımının kendi içinde sorunlu olduğunu düşünüyorum, en azından milliyetçilik gibi temel referansı ulus olan bir düşünce akımıyla, İslamcılık gibi temel amacı ümmet topluluğu kurmak olan ve bu bakımdan ulus düşüncesine karşıt bir düşüncenin aynı organizmanın parçaları olabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Yine de Türkiye özelinde, hatta belli olay ve olgular noktasında, bu ideolojilerin bir araya gelebildiği gözlemlenmektedir. Buna verilebilecek en iyi örnek ise Ayasofya’dır. Bu örnekte mevzu bahis fikir akımlarının işaret ettiği kimlik anlayışına değinmek gerekmektedir. Bu üç ideolojinin kimlik tasavvurunu etno-dinsel kimlik anlayışı oluşturmaktadır. Mevcut çalışmanın teorik perspektifini de Anthony D. Smith’in etno-dinsel kimlik kavramı oluşturmaktadır.

Milliyetçilik temelde seküler bir ideoloji olsa da, Smith’e (1991: 49) göre dini bir milliyetçiliğin olağandışı hiçbir yanı yoktur. Milliyetçiler yalnızca kitlelerin dinsel duygularına başvurmayı gerekli görmemişler, aynı zamanda Ermenistan, Polonya, İrlanda ya da Sri Lanka’da olduğu gibi etnik topluluğun çemberini tanımladığı her yerde ulusu dini toplulukla özdeşleştirmeyi nispeten kolay bulmuşlardır. Ancak etnik-dinsel topluluğun çağrısı milliyetçilik çağında bilinçli olarak ortaya çıkarken, Yahudi toplumu özelinde, o çağda yararlanılacak Avrupalı veya dünya çapında milliyetçi fikir geleneği yoktu. Aslında Antik dünyada, dini topluluklar genellikle Mısır, Sümer, Asur ve daha sonra İran’da olduğu gibi etni ile çakışıyordu. Ancak tek tanrılı kurtuluş dinlerinin yükselişi veya Doğu’daki ateist muadilleri, etnik ve politik sınırları geçersiz kılmıştı. Bu durum tek tanrılı dinlerin yaşadığı dönüşümler ve bölünmelerle değişti. Mezhepçiliğin yükselişi etno-dinsel yapılar için iyi bir zemin hazırladı. Bunun yanında din, etnik mitlerin ve sembollerin yayılması için personelin ve iletişim kanallarının çoğunu sağlar. Din adamları ve yazıcılar, yerel gelenekleri ve törenleri birleştirmede, kahramanların ve kutsal adamların ortak sembollerini, bayramlarını, törenlerini ve mitlerini, iyi tanımlanmış bir yaşam tarzı ve din hukuku kurallarıyla birlikte yaymada etkiliydi. Rahipler ve özellikle yazıcılar da başka bir ihtiyacı karşılar: Etno-dini topluluğun kutsal metinlerini ve yasal kodlarını korumak, kodlamak ve iletmek (Smith, 2005: 35-37). Dinin kendisi, din adamları, kutsal metinler ve dinin sosyal yönü, yani ayinleri, ritüelleri, mit ve semboller aracılığıyla oluşturduğu kültürel yapı ve tarihsel anlatısıyla, hem etninin kendi kimliğini korumasında, hem de etninin din ile tanımlanmasında önem arz etmektedir. Dinin kültürel bir yapıya dönüşmesi, daha doğrusu kültürel topluluğun dini kurallar, ayinler ve ritüellerce şekillenmesi durumunda etno-dinsel bir kimlik anlayışından bahsedilebilmektedir (Smith, 2005: 124).

Mevcut çalışmanın metodolojik çerçevesini Tarihsel Analiz Metodu oluşturmaktadır. Bu yönteme göre tartışmalı fikir, olay ve olguların açıklanmasında ve anlaşılmasında “ne”, “neden” ve “nasıl” soruları yöneltilip anlamların ortaya çıkması sağlanmaktadır (Leedy ve Ormrod, 2015). Literatür taramasında ise Ayasofya ile ilgili akademik makale ve kitaplar araştırılmış olup, bunların kimlik ve ideolojiyle ilgili olanları, yani mevcut çalışmayı ilgilendiren çalışmalardan istifade edilmiştir. Ayasofya’yla ilgili çok sayıda kitap, makale ve doküman bulunmaktadır ancak bunların büyük çoğunluğu din, din tarihi, mimari ve turizm gibi alanlara yöneliktir. Bu yüzden bunlar çalışmanın kapsamı dışında tutulmuştur. Ayrıca, 1950’li yıllardan 1980 Askeri Darbesine kadar geçen süreçte Ayasofya ile ilgili polemik ve ideolojik yazılar içeren Serdengeçti ve Büyük Doğu dergileri birincil kaynak olarak kullanılmış, diğer dergilerde ise ikincil kaynaklardan yararlanılmıştır. İlaveten günümüzde Ayasofya’nın açılışı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açılış konuşmasından da istifade edilmiştir. Bu çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde erken Cumhuriyet döneminde yaşanan etno-seküler kimlik inşası ve bu minvalde Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi meselesine yer verilecektir. Bunda sonraki bölümde ise Ayasofya’ya yönelik Türk sağı tarafından biçilen rol ve etno-dinsel kimlik tasavvuru incelenecektir. Bunun yanında Ayasofya üzerin- den tarih, din ve “öteki” telakkisi irdelenecektir. Sonuç bölümünde ise çalışmada elde edilen bulgular tartışılacak ve çalışmanın sorusu cevaplanacaktır.

1.   ETNO-SEKÜLER KİMLİĞİN SEMBOLİK/MEKÂNSAL YANSIMASI:
AYASOFYA’NIN MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Cihan Harbi sonunda yıkılmasıyla birlikte, Rumeli’nin küçük bir parçası ve Anadolu coğrafyasının kurtarılmasıyla 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti, kuruldu. Kurtuluş mücadelesini yürüten ve daha sonra kuruluşu sağlayan Mustafa Kemal Atatürk, batıcı ve milliyetçi bir ideolojiye sahipti. Bunun neticesinde Batılı- modern bir devlet ve toplum inşa etmeye çalıştı. Bu minvalde çeşitli kurumsal düzenlemelerin yanında, özellikle laik ve milliyetçi politikalar izleyerek hedeflediği “muasır medeniyetler seviyesi” devlet ve toplumun mihenk taşına dönüştü. İlk etapta Saltanat kaldırıldı, Cumhuriyet ilan edildi, bunu hilafetin ilgası izledi. Şerri mahkemelerin kaldırılması, Batılı ülkelerin hukuk kurallarının uyarlanması, Tevhid-i Tedrisat Kanunun kabulü, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, Anayasa’dan “Devlet’in dini İslam’dır” ibaresinin kaldırılması ve daha sonra laiklik prensibinin Anayasaya eklenmesi (Akşin, 2019, 185-188), seküler temelde yapılan değişikliklerdir. Otuzlu yıllardan itibaren ise Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi vasıtasıyla laik reformların üst yapısı etnik nosyon ile şekillendirilerek etno-seküler Türk ulusu inşası tamamlandı.

Osmanlı’nın yıkılışı ve modern Türk devletinin kuruluşu, aslında epistemolojik temellerini İslam, saltanat ve hilafetin, sosyolojik yapısını ümmet topluluğunun oluşturduğu imparatorluk yapısından Batılı normlarla dizayn edilmiş Fransız İhtilalinden mülhem milliyet sosyolojisi ve teritoryal bir ulus-devlete geçişi simgelemesi bakımından mühimdir. Geçiş süreci Yücel’e (2020: 135-138) göre şu iki temel esası değiştirmişti: devlet ve medeniyet tasavvuru. Sınırları belirli, milli egemenlik ve milli kimlik esasına göre vücud bulmuş Türkiye Cumhuriyeti, hem kimlik, hem de devlet modeli bağlamında Osmanlı “ötekisi” üzerine inşa edilmişti. Bu yüzden Osmanlı’nın cihanşümul devlet tasavvuru yerini teritoryal devlete bıraktı. Medeniyet kodları ise İslam’dan Batı’ya dönüştürüldü. Böylece Osmanlı-İslam geçmişi ve uygulamaları bir kenara itilerek, bunların yerine Batı medeniyeti normları getirildi. İşte yeni rejim ile geleneğin ya da seküler-Batıcılık ile dindar-muhafazakârlığın mücadelesi Türk ulusal kimliğindeki çatışmayla zuhur etti. Bunun sembolik-mekânsal yansıması ise Ayasofya oldu. Serter’e (2020:125) göre Cumhuriyetin modernleşme telakkisi sadece yasal-idari alanlarla sınırlı kalmamış, gündelik hayatta bu inkılapların semboller vasıtasıyla tekrar edilmesi ve bunun sonucunda kalıcı hale gelmesi hedeflenmiştir. Bu gaye, özellikle mekân temelinde Osmanlı geçmişini simgeleyen sembollerin unutturulması yerini yeni Cumhuriyetin sembolleriyle doldurulması suretiyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Misal olarak Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a karşı yeni rejimin Ankara’sının imarına önem verilmesi gösterilebilir. Ayasofya’nın da bu minvalde değerlendirilmesi gerekir. Bu yüzden Ayasofya’nın erken Cumhuriyet döneminde müzeye dönüştürülmesi hikâyesine kısaca değinmek faydalı olacaktır.

Her şeyden önce, 1934 yılında Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesi, yeni rejimin mekân üzerindeki otoritesini yansıtan seküler bir hareket olarak görmek gerekir. Ayasofya, Cumhuriyet rejiminin önem atfettiği Osmanlı eserlerinin başında gelmektedir. 1928 yılında ilk Türkçe hutbe, 1932 yılında ilk Türkçe ezan burada okutulmuştu (Özekmekçi, 2020: 286). Akan’a (2020: 319-320) göre Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi süreci şu üç aşamada vuku bulmuştu: ilk aşama, Atatürk’ün 1929 yılında Ayasofya’ya yaptığı ziyarettir, ikinci aşama, Amerikan Bizans Enstitüsü Müdürü Thomas Whittemore’a verilen mozaikleri temizleme ve ortaya çıkarma işidir, üçüncü aşama ise 1931 yılında Atatürk’ün bazı eserlerle ilgili verdiği talimattır. Aslında bu listeye otuzlu yıllardan itibaren başlayan etno-seküler kimlik inşasını da eklemek gerekir. Bu aşamaların ardından altıncı İnönü hükümeti Maarif Vekili Abidin Özmen’in önerisi neticesinde bir komisyon oluşturulmuştur. Komisyon çalışmalarını tamamlamış ve şu sonuca varmıştır: “Eşsiz bir mimarlık ve sanat abidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Cami’sinin tarihi vaziyeti itibarile (itibariyle) müzeye çevrilmesi bütün şark âlemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesi kazandıracağı cihetle” müzeye dönüştürülmesi 1934 yılında Bakanlar Kurulu toplantısında kararlaştırılmıştır (BCA: 030-13-01-02-49-76-6). Özellikle komisyon çalışmalarında ve alınan karardaki “şark âlemi” vurgusuyla bütün insanlığa gönderme yapılırken, sanat açısından prestijli bir eser olduğu vurgulanmak istenmektedir. Aynı kararnamede ayrıca Ayasofya’nın Bizans eseri olduğu ve aşar vergisi kaldırıldığı için vakfının bulunmadığının belirtilmesi önemli noktalardır. Bu husus, erken Cumhuriyet rejimin eski rejimle bağlarını kopartıp yeni bir devir açmaya çalışmasını göstermektedir, eskiye ait olan dini mabedin, hem Bizans mirası şeklinde tanımlanması, hem de pozitivist yaklaşımla dini niteliğinin sona erdirilmesi istenmektedir (Özekmekçi, 2020: 286-287). Kısacası, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi, hem Osmanlı tarihi mirasının reddi, hem de seküler kimlik inşasının bir sembolü olması sebebiyle ehemmiyet arz etmiştir.

2.  ETNO- DİNSEL KİMLİĞİN SEMBOLÜ OLARAK AYASOFYA

İkinci Cihan Harbi, bütün ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de siyasi, sosyal ve ekonomik yapıyı değişime zorladı. Özellikle savaş sonrasında Sovyet tehdidi karşısında Türkiye kendisini Batı ittifakı içinde konumlandırdı. Bunun neticesinde çok partili hayata geçiş sağlandı ve 1950 yılında yapılan genel seçimlerin sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarı Demokrat Partiye (DP) bıraktı. DP iktidarı boyunca CHP’nin muhalifi olan milliyetçi-mukaddesatçı yapılar hem neşriyat hem de teşkilatlanma konusunda büyük bir artış gösterdi. Aynı zamanda altmışlı yılların ortasından itibaren CHP’nin ideolojik konumunu “ortanın solu” (Erdoğan, 2018:49) olarak belirtmesi ve yükselen sol karşısında sağ siyasetin yelpazesini oluşturan milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı yapılar arasında yakın bir ilişki tesis edildi. Bu ilişki Türk Sağı kavramını ortaya çıkardı. Ayasofya konusundaki kimliksel tartışmayı idrak etmek açısından ehemmiyet arz etmesi hasebiyle Türk sağını incelemek gerekmektedir.

Sağ kavramı, solun karşısında yer alan ve gelenek, aşkın değerler, özcülük, düzen, aile, otorite, kültürel değerler vs unsurları kapsamaktadır. Sağın politika bilimindeki karşılığına uygun olarak Türk sağı da bu kavramları içselleştirmekle beraber kendisini solun, daha doğrusu komünizmin karşısında tanımlamaktadır. Solun güçlendiği dönemlerde Türkiye’de sağın temel vasfının tepkisellik olduğu ifade edilebilir ancak sağın salt bir reaksiyondan ibaret olduğunu düşünmek de hatalıdır. Sağ, kendi içinde çeşitli yaklaşımları barındıran, ideolojik diskurunu sola karşı belirleyen, ortak paydalarını bu minvalde biçimlendiren anti-sol bir harekettir. Özellikle komünizm karşıtlığı, Türk sağının, tek parti yönetiminin düşünce ve hareket kalıpları içine yerleşmesine, hatta Kemalizm’in devlet tasavvurunu benimsemesi sebebiyle devlet entelijansiyası ve kadrolarına sirayetine zemin hazırlamıştır. Aynı zamanda komünizm karşıtlığı sağın özünün milliyetçilik ve din tarafından oluşmasını beraberinde getirmişti. Bu durum zamanla sağın milliyetçilik ve din ile tanımlanacak olan bir teorik yapısından ziyade Türklük ve Müslümanlıktan mülhem bir kimlik siyasetinin adı haline gelmesine vesile oldu. Böylece milliyetçi-muhafazakâr tamlaması, sağın özünü oluşturarak sağın genel tanımı olarak kabul edildi (Bora, 2020: 10- 21). Bu durumun aslında sağın II. Meşrutiyet dönemine uzanan tarihsel arka planından kaynaklandığı da düşünülmektedir. Türk Sağının fikri açıdan kaynakları İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçü-Turancılık’tır (Yıldırım-Şahin, 2019: 3575). Bu niteliği, Türk sağını oluşturan akımların ortak değer ve sembol havuzundan beslenmesine neden olmakta, bu durum da, milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık akımları arasında simbiyotik ilişkinin ortaya çıkmasını beraberinde getirmektedir (Bora, 2014). Ayasofya buna verilebilecek en iyi örneklerden biridir. DP iktidarıyla birlikte milliyetçi-mukaddesatçı yani sağın bütün tonları, Ayasofya’yı ortak mekânsal bir kod olarak görmüş (Özekmekçi, 2020: 283), bir “ikon” olarak benimseyip “dava “ haline dönüştürerek geçmişten günümüze Osmanlıcı milliyetçiliğin önemli bir tahayyülünü, şanlı Osmanlı mazisini yansıtan ve laik rejim tarafından müzeye dönüştürülerek esaret altına alınan bir sembol olarak addedilmiştir (Azak, 2014: 243). Soğuk Savaş dönemi boyunca, özellikle ellili yılların başından 12 Eylül 1980 Askeri Darbesine kadar geçen süreçte Türk sağı yazınında Ayasofya teması sıklıkla işlenmişti. Doksanlı yıllarla birlikte İslamcılık yükselmiş ve Ayasofya “dava”sına sadakat en çok bu gruplarda görülmüştü. Ayrıca seyrek bir şekilde milliyetçi camiaya ait gençlik yapılarında bu hassasiyet devam etti. En sonunda Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin önerisi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkarttığı kararname ile Ayasofya Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek 24 Temmuz 2020 tarihinde Cuma namazına müteakip ibadete açıldı (Resmi Gazete, Karar Sayısı: 2729, 10 Temmuz 2020). Özellikle milliyetçi ideolojiye sahip MHP’nin önerisi ve İslamcı Milli Görüş geleneğinden gelen, aynı zamanda Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzaladığı kararname ile camiye dönüşmesi, Soğuk Savaş dönemindeki Türk sağının bir dava haline getirdiği sorunun günümüzde bu aktörlerce çözülmesi, sağ siyasetteki süreklilik ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir. Bu çerçevede Ayasofya meselesinin Soğuk Savaş dönemi ve günümüzdeki Türk sağındaki işleniş biçimine bakmakta fayda vardır.

*Devam edecek…

** Bu yazı ilk olarak Milliyetçilik Araştırmaları Dergisi’nin Nisan 2021 sayısında yayımlanmıştır.

Geçmiş Yazılar

Comments are closed.