1 Eki 2023

Efendi Yahut Burjile Ölmedi, Beykoz Çayırlarında Yaşıyor

Yazan: MEHMET KAAN ÇALEN

Efendi nâmında acâyip bir adam ilçemiz Keşan’da peydâ olmuştu. “Efendi”liği muhâtapları için kullandığı efendi hitâbından mütevellitti. Bir rivâyete göre deli, bir rivâyete göre ise veli olan bu yabancı, kısa zamanda gündelik hayatın rutini dışında esâs meşgâlesi kendisini arayıp bularak ağzından birkaç kelime kapmak olan hatırı sayılır bir “arayanlar zümresi” yaratmaya, böyle bir gayreti olmaksızın muvaffak olmuştu. Hemen her gece efendiyi arama timleri kuruluyor, izine rastlanıldığı anda “Efendi filân mahâlde görülmüş” deyu bir uğultu hayatın akışını bir başka istikâmete doğru çeviriyordu. O kadar ki en tırsak tabiatlıların dahi belki şifâyâb olurum umuduyla mezarlıklar arasında Efendiyi aradığı vâki idi.

Efendi, ilk bakışta alelâde bir meczûp kılığını, hususen akşam saatlerinde gezdiren bir yitikti. Lakin kısacık ayaküstü konuşmalarının imkân tanıdığı ölçüde derûnuna girdikçe dilinden dökülen bazı esrârengîz sözlerle insanı çarpabilecek derecede hayret-bahş bir iç âlemde yaşadığını ihsâs ettiriyordu.

Efendi çevresini saran meraklılar ile uzun sohbetlere girmekten hoşlanmıyordu. Ansızın ortaya çıkıyor, birkaç garip kelâm edip, birkaç sansasyonel haber verdikten sonra kalabalığın arasından su gibi akıp kayboluyordu. Sohbetleri umûmiyetle, “bir dal cigara ve bir kibrit” istirhâmıyla nihâyete eriyor, “hayli hayli efendi, ben taş köprüye gidiyorum” diyerek meçhûl bir yola revân oluyordu. Kimileri yeterince eğlenmiş olmanın doygunluğundan, kimileri biraz önce işitmiş olduğu sözlerin yüreklerinde titreştirdiği şeylerin şaşkınlığından, kimileri ise efendinin yol alış biçimindeki ısrar ve kararlılıkta tecessüm ettiği veçhile taş köprüye giden yolda ancak tek başına yürünebileceğini kavramış olmanın hüznünden olacak arkasından gitme lüzûmunu duymuyor, belki de saniyelik bir şuur kaybıyla ayaklarına ilk adım emrini verecek irâdeyi göstermekten âciz kalıyordu.

Efendi, “ey merdâne gülleri” klişesiyle başladığı kısacık sohbetlerinde gâh yükselmek isteyen rûhu ayaklarından tutup aşağıya çeken nefisten, gâh çocukluğumuzun sevgili kahramanı Burjile’nin (Bruce Lee) aslında ölmediğinden, elân hayatta olup Beykoz çayırlarında, yeşillikler arasında bir o yana bir bu yana koşuşturduğundan bahsediyordu. Bu bildiğimiz Beykoz muydu, yoksa Efendi’nin bir başka âlemde kurduğu bir başka Beykoz muydu, dinleyenler pek karar veremiyordu. Gerçek miydi, komik miydi pek önemi yoktu. Her hâlde Buruce Lee’nin hâlâ yaşıyor olması iyi bir haberdi. Haberin sıhhatinden ziyâde, mâhiyeti; habercinin diliyle değil, yüreğiyle, hâliyle, masûmiyetiyle söylediği kıymetliydi. Her hâlükârda sevimliydi, samîmîydi, sâftı, masûmdu. Geceler boyu onu arayan bunca insanı cezbeden şey de hayatlarındaki payı giderek azalan bu samîmîyetti. Efendi belki kimi söyledikleriyle bir deli, lakin duruşunun hatırlattıklarıyla muhakkak bir veliydi.

Efendi hayatımıza nasıl ansızın girmişse yine öylece ortadan kaybolmuş, bir yel gibi hayatlarımızın/yüreklerimizin bir kenarına dokunup geçmişti. Günlerce gözükmemiş, arama timleri izine tesâdüf edememişti. Bir gün ilçemize yüz kilometre mesafede, Tekirdağ taraflarında görüldüğüne dâir bir haber, çoktandır tadı kaçan cigara ve çaylara eski lezzetini iâde eder gibi olmuştu. Tekirdağlara kadar gidilmiş fakat bir netice çıkmamıştı. Birkaç gün sonra Tekirdağ-Keşan arasında çalışan bir otobüsün muâvini, Efendi’yi Malkara nâm beldede, yaklaşık 20-25 kilometrecik ötemizde gördüğünü iddiâ etmişti. Bu iyiye işâretti. Demek ki Efendi Tekirdağ cânibinden yavaş yavaş Keşan’a doğru gelmekte; aradaki mesâfeyi her geçen dakika tespih tanelerini çeker gibi düşürmekteydi. Demek ki eli kulağındaydı. Demek ki birkaç güne kalmaz efendi Malkara-Keşan arasındaki yirmi küsur kilometrelik yolu kat’ edecek, “ey merdâne gülleri” selâmıyla irşâdına devâm edecekti. Şehrin kapısında gözcüler bırakıldı. Fakat aylar sonra gelen Efendi’nin Çanakkale’de olduğu haberi, beklenen müjdenin ilçemizi teğet geçtiğini, Efendi’nin bize uğramadan suyun öte tarafına gittiğini gösteriyordu. Efendi’yi tanıyanlar, bilenler için bu hüzün dolu haberin arkasında bile yüksek bir hakîkat, büyük bir hikmet, dahası hayretbahş bir kerâmet vardı. Şöyle ki; Efendi herhangi bir kara, deniz, hava taşıtına binmemek hususunda tavizsiz bir prensip sahibiydi. Kendisinin Çanakkale boğazını nasıl olup da geçtiği günlerce müntesiplerince münâzara edildi. İttifâk-ı ârâ ile karar verildi ki Efendi hazretleri denizi yürüyerek geçmişti.

Bu son kerâmet meğer selâmsız bir vedâ imiş, kimseler bilemedi. Efendi bizim oralarda bir daha gözükmedi. Artık yâd edeni, sohbetini yapanı bile pek kalmadı. Efendisiz, “efendilik”siz zamanlardayız şimdi. Delikanlı Burjile’yi de kaybettik bu arada maalesef. Çaylar zehir zıkkım, hayat çayın içinde erimemek için inât eden bir bayat şeker; tadı yok, ümidi bâkî…

Geçmiş Yazılar

Comments are closed.