3 Mar 2022
Etno-Seküler Tasarımdan Etno-Dinsel Tasavvura: Mahzun Mabedden Camii Kebire Ayasofya’nın Dönüşümü – II
2.1. Fetih ve Fatih: Devlet-i Ali’nin Ayasofya’sı
Türk sağını oluşturan fikir akımları içinde Ayasofya temasının en fazla işleniş biçimi, onun Osmanlı mirası olarak üstlendiği roldür. Bu bağlamda İstanbul’un fethi ve Fatih Sultan Mehmet figürü, Ayasofya’yı milliyetçi-mukaddesatçı camia açısından ideolojik yapılarına uygun bir sembol haline gelmesini sağlamaktadır. Azak (2014: 248-249), Ayasofya konusu özelinde yapılan İstanbul’un fethi, Fatih ve şanlı Osmanlı geçmişi vurgularını “Osmanlıcı milliyetçilik” olarak nitelemekte ve Türk sağını oluşturan fikir akımlarının tarih telakkisinde Osmanlı’nın ön plana çıkarılmasının sebebi olarak İslam’ın Hristiyanlık karşısında elde ettiği zaferlerin en çok bu dönemde görülmüş olduğunun altını çizmektedir. Ayasofya’nın açılmasına yönelik talepler ve dini söylemlerin arkasında İslamcı bir çıkıştan ziyade, yukarıda da ifade edilen –Fetih ve Fatih temaları- Türklük ve İslamiyet’in sentezinden oluşan bir milliyetçilik tasavvuru etkilidir. Bu yüzden Ayasofya’nın sembolik olarak işaret ettiği önemi, rejim karşıtlığı ya da irtica olarak adlandırmaktan ziyade, milliyetçilik olarak değerlendirmek yerinde olur. Nitekim Türk sağı için bir dava olan Ayasofya meselesinin itici gücünde ise Fatih figürünün ilham verdiği fetihçi zihniyet bulunmaktadır. Ancak burada Azak’ın ifade ettiği görüşleri değerli olmakla birlikte “Osmanlıcı milliyetçilik” kavramı sorunlu bir kavramdır çünkü bu söylem Osmanlı’yı ayrı bir milliyet olarak inşa etmektedir. Ayrıca kimliğin zamansal boyutunu oluşturan tarih anlayışı, her bir hanedanlık için ayrı bir milliyetçilik anlayışı ifade etmez, eğer bu yaklaşım geçerli olsaydı Türk tarihini oluşturan her bir devlete göre farklı milliyetçilik anlayışlarına sahip olmamız gerekecekti –Selçuklu milliyetçiliği, Göktürk milliyetçiliği ya da Hun milliyetçiliği gibi-. Bunun yanında Türk sağını oluşturan ideolojilerin kimlik algısında Osmanlı dönemini daha çok ön plana çıkarmaları, onların Osmanlıcı milliyetçilik yaptıklarını gösteriyorsa, Kemalist milliyetçiliği de Hitit milliyetçiliği biçiminde değerlendirme sonucunu doğurur.
Ayasofya’nın Türk sağı için en mühim anlamı, İstanbul’un fethi ve onu fetheden Türk padişahı Fatih Sultan Mehmet’i temsil etmesinden kaynaklanmaktadır. Fethin nişanesi olarak camiye dönüştürülmesi, yani dini bir mekân olarak Ayasofya, fetih ve Fatih temaları üzerinden Osmanlı geçmişinin şanlı günlerini yansıtmaktadır. Bu yüzden yapılması gereken Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesidir. 1944 Irkçılık-Turancılık Davasında yargılanan Fethi Tevetoğlu’nun İslamcı dergi Sebilürreşad’da yayınlanan yazısında belirttiği şu düşünceleri bu konunun anlaşılması için önemlidir:
Türkün saadet yazısını yazan, şereflerinden Ulu Tanrı katına Türkün ezanını ulaştıran bu minareler, Türk ve İslam Cenneti (İslâmbol) İstan- bulun ebedî süsüdür. Yeryüzünde bir tek Türk varoldukça, Türk İstan- bul’un, minaresiz ve minarelerin ezansız kalması imkânsızdır. Ulu Tanrı bu yeryüzü Cennetini Türke lâyık görünce, dünya tarihinde hür- riyet, adalet ve ilim severliği ile de eşine çok az rastlanır büyük Türk Padişahı Fatih ve Ayasofyayı Türkün mâbeti yapmıştır (Tevetoğlu, 1951: 69).
İstanbul’u Türk ve İslam’ın cenneti, Ayasofya’yı da bunun süsü olarak gören Tevetoğlu, minare, ezan, Tanrı ve cennet kavramlarıyla Türk ve Türk padişahı Fatih kavramları üzerinden Ayasofya’nın Türk ve Müslüman karakterine göndermeler yapmıştır.
Ayasofya konusunda birçok yazısı bulunan Mustafa Yazgan, İslam’ın İlk Emri Oku dergisinde şunu yazmıştı:
Taşlar insana küser mi? Ayasofya’nın taşı toprağı, kendini vatanda garip bırakan, Sultanahmetlere, Süleymaniyelere imrendiren ilgisizliğe küskün. Seninle barışık olanlardan selâm sana…? Sesi kısılan vicdanlardan selâm sana. Ayasofya! Güzel Ayasofya… Ümidini kuvvetli hükûmetlerde arayan, iradesini kuvvetli ellerde yumruklaştıran, fikrinin Hakka ve Halka inanan devlet adamlarında gerçekleştiğini görmek isteyen Ayasofya’nın MÜSLÜMAN-TÜRK CAMİİ olarak millete hediyesini haykıran Türk Milletinden kucak dolusu, gönül dolusu selâm sana (Yazgan, 1966, 5’ten aktaran İşler, 2020: 306).
Burada Yazgan’ın da temel vurgusu, Ayasofya’nın Müslüman-Türk karakteri üzerinedir, dolayısıyla Ayasofya etno-dinsel bir sembol hüviyetindedir. Benzer bir yaklaşım DP iktidarı döneminde kurulan Milliyetçiler Derneği’nin 1952 yılında yayınladığı broşürde de görülmektedir:
Yeni bir devir açan İstanbul’un fethinin manası Ayasofya’da sembolleşmiştir. Ayasofya Camii Türk gücünün ve zaferinin muhteşem bir işaretidir. Ayasofya Camii’nin manası, İstanbul’un Türk olduğu ve Türk kalacağıdır. Ayasofya’yı Müslüman Türk İstanbul’un bağrından koparıp Bizans’a mâletmek haksızlık ve zülumdur … Ayasofya’yı başlangıçta Türk eden ve Müslüman eden karar binlerce Türk şehidinin kanı hakkıydı… İnsanların tanrıya ibadet ettikleri bir yerin zorla ibadet yeri olmaktan çıkarılması vicdan hürriyetine açık bir tecavüz ve anayasadaki “laiklik” prensibinin açıkça çiğnenmesidir… Ayasofya’yı Türk mertçe vuruşarak Bizans’tan almıştı. Şimdi o hile ve ihanetle Türk’ten alınıp Bizans’a verilmiş bulunuyor. Hak er geç yerini bulacaktır. Zira kılıcı ile bir çağı kapatıp bir başka çağını açacak kudreti gösteren Türk milleti, buna karşı sinsice yapılan tecavüzün manasını anlayacak ve bunu önleyecek medeni cesaret ve şuuru da ırki bünyesinde taşımaktadır (Sebilürreşad, 1952).
Bu broşürdeki ifadelere göre İstanbul’un bir Türk şehri olma- sının en büyük sembolü Ayasofya’nın kendisidir, Ayasofya fetihle birlikte Türk olan İstanbul’un gelecekte de Türk olarak kalacağının garantisidir. Onu Türk ve Müslüman kılan şey ise şehitlerin kanıdır. Dolayısıyla Ayasofya üzerinden Türklük ve Müslümanlığın bir araya getirildiği bir kimlik tasavvuru bulunmaktadır. Bunun yanında Ayasofya’nın dini ibadet yeri olarak varlığını sürdürmesi, laiklik prensibine uygun olmasına karşın dönemin yöneticilerinin bu prensibe saygı göstermemesi eleştirilmektedir. Yani evrensel bir kavram olan ve Türk sağının önemli bir bölümünün eleştirdiği laiklik olgusu, Ayasofya üzerinde tatbik edilmesi istenmekte, din ve vicdan hürriyeti kapsamında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi talep edilmektedir.
Ayasofya’nın müze olmasına yönelik eleştiriler ve tekrardan camiye dönüştürülmesine yönelik taleplerin ayyuka çıktığı dönem, İstanbul’un fethinin 500. Yılının yaklaşması ve bu çerçevede yapılacak etkinlikler neticesinde yaşanmıştır. İstanbul’un Fethi kutlamaları ilk etapta küçük bir milliyetçi-mukaddesatçı entelijansiya tarafından kutlanmaktaydı. Refah Partisi’nin İstanbul Büyük Şehir Belediyesini kazanmasından sonra geniş katılımlı törenler şeklinde, Fatih, Fetih, cihad ve Peygamber temaları üzerinden kutlanmaya başlanıldı. AK Parti döneminde ise kutlamalar devam etmekle beraber içerikleri biraz daha sekülerleştirilerek –örneğin pop şarkıcılarının konserler vermesi gibi-, belli gruplardan ziyade bütün herkesin katılabildiği bir hüviyete dönüştürüldü (Koyuncu, 2014). Ancak ilk kutlamalar günümüzdekilerden farklı olarak değişik şartlar altında gerçekleşti. Türk Milliyetçileri Derneği Başkanı Avukat Bekir Berk tarafından kaleme alınan bildiride İstanbul’un fethinin 500. Yılının kutlanmasına ilişkin birçok öneri bulunmaktadır. Buna göre öncelikle radyolarda 15 Mayıs’tan 10 Haziran’a kadar Fatih ve fetih hakkında konuşmalar yapılması, yine aynı meselede bütün okullarda konferanslar verilmesi, İstanbul Üniversitesinin bahçesine Fatih Sultan Mehmet’in heykelinin dikilmesi ve üniversitenin adının “Fatih Üniversitesi” olması istenmektedir. İstanbul’un bütün camilerinin Peygamber efendimizin ve Fatih’in adı, İstanbul’un fethine dair hadisi şerif ve Türk bayraklarıyla donatılması, Hisar surlarına Türk bayrağı ve Fatih’in adının Osmanlı dönenindeki alfabeyle yazılması-ışıklandırılması, donanmanın fetih haftası boyunca İstanbul kıyılarında bulunması, Topkapı’dan başlayıp Fatih’in gemileri karadan Haliç’e indirdiği noktayı geçit alayının yürümesi, bu geçit alayına Türkiye’nin her yerinden gelen dernek üyelerinin katılması, Devlet ve Hükümet Başkanlarıyla Türk Milliyetçileri Derneği adına bir gencin konuşma yapması talepler arasında yer almaktadır. Ayrıca Taksim’e yönü Beyoğlu-Galata’ya dönük bir şekilde “İstanbul Türk’tür ve Türk kalacaktır” yazısının asılması fikri de istekler arasında yer almaktadır (Serdengeçti, 1952b: 25). Nitekim daha sonra, 1967 yılında Ötüken dergisinde yayımlanan başka bir yazıda Ayasofya ile Sultanahmet camisinin arasına bir Fatih heykeli dikilmesi, bu heykelin şaha kalkmış bir at üstünde ve önünde Hristiyan keşişlerin yere kapanmış ve Fatih’in ayaklarını öpmeye çalışan bir şekilde yapılması tavsiye edilmiştir (Kocakurt, 1967: 2-3). Bu öneriler, İstanbul’un fethi kutlamalarının Fatih ve Ayasofya üzerinden etno- dinsel bir nitelik kazandırma amacı taşıdığını göstermesi bakımından ehemmiyet arz etmektedir. Ayrıca İstanbul’un Türklüğünün ve ileride Türk kalacağına ilişkin vurgunun İstanbul’un fetih kutlamalarında belirtilmek istenmesi ve bunun Beyoğlu-Galata bölgesini hedef alması, Türk sağının İstanbul’un kozmopolitik yapısından haz etmediğinin de işareti hüviyetindedir.
İstanbul’un fethinin 500. yılı kutlamaları milliyetçi-mukaddesatçı entelijansiyanın istediği gibi gerçekleşmedi. NATO içindeki müttefikimiz Yunanistan’ı gücendirmemek adına devlet riyasetinden üst düzey bir katılım gerçekleşmedi. Bunun yanında gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da bir lise öğrencisi olan Hüseyin Üzmez tarafından silahla vurulması, DP iktidarının milliyetçi-muhafazakâr-İslamcı dernek ve yayınlara karşı tavrını değiştirip sertleştirmesine neden oldu. Milliyetçiler derneği kapatıldı, Büyük Doğu dergisinin yayın hayatına son verildi, Osman Yüksel ve Necip Fazıl tutuklandı. Burada özellikle Necip Fazıl Kısakürek ve Osman yüksel Serdengeçti isimleri mühimdir. Bu isimler ve çıkarmış oldukları Büyük Doğu ve Serdengeçti dergileri, Türk sağındaki bütünleşme bakımından üzerinde durulması gereken düşünürler ve neşriyatlardır. Bora’ya (2017: 442) göre Necip Fazıl, erken Cumhuriyet döneminde kabuğuna çekilmiş, içine kapanmış ve savunma pozisyonuna geçmiş İslamcılığın, milliyetçilik ve muhafazakârlığa eklemlenerek tekrar saldırganlaşmasındaki temel aktörlerden biridir. Osman Yüksel ise milliyetçi-muhafazakâr söylemin “avamlaşması”, “taşralılaşması” ve “popülerleşmesi”nin aktörü konumundadır (Bora, 2017: 290). Osman Yüksel, Ayasofya ile ilgili yazmış olduğu yazıyla alakalı olarak Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmıştı. O yazıda Osman Yüksel şunlardan bahsetmiştir:
Ey İslam’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!.. Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi ışıl ışıl yanan muhteşem mabet!.. Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?.. Hani minarelerinden göklere yükselen, ta maveradan gelen ezanlar?!.. Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?!.. Ayasofya ses vermiyor, Ayasofya bomboş, Ayasofya bir hoş!.. Hani nerede, şu muhteşem minberde, binlerce erin, binlerce gazinin baş koyduğu şu temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor!.. Ayasofya seni bu hale koyan kim; seni çırılçıplak soyan kim? Hani kubbelerden gönüllere, gönüllerden kubbelere gürül gürül akan, sineler yakan Kuran sesleri… (Yüksel, 1952: 3).
Ayasofya’nın işlevi hem “İslam’ın nuru”, hem de “Türklüğün gururu” olmasından kaynaklanmakta, bu haliyle diğer yaklaşımlarda olduğu gibi etno-dinsel bir kimlik anlayışının sembolü olarak tasavvur edilmektedir. Bunun yanında Osman Yüksel’in ajitatif yazısında Ayasofya’ya yönelik bu yapının en çok dini karakteri ve burada gerçekleşen dejenarasyon çerçevesinde eleştirilerini dile getirmiş, “minareler”, “ilahi devir”, “ilahi nizam”, “ezan”, “minber”, “kubbe”, “secde” ve “Kuran” gibi kavramları kullanmıştır. Ancak bu ifadeleri nedeniyle Osman Yüksel Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve ceza almıştır. Osman Yüksel’in yapmış olduğu savunmada dikkat çeken hususlar şunlardır:
Geçen sene Ayasofya’yı ziyaret etmiştim. Binaya girer girmez, muazzam perişan bir boşluğun içine düştüm sanki!.. Ayasofya’yı camileştiren ne varsa imha edilmiş, İslam’ın, Türklüğün takdir ve tebcil ettiği Allah, Muhammed gibi büyük isimler yerlere indirilmiş, bu tarihi perişanlık, bu kendi kendini inkâr dekoru içinde, eski günleri, İstanbul’un fethini, şu minberde Fatih’in okuduğu ilk fetih hutbesini duyar gibi oldum (….) Bizans devrine ait ne varsa, büyük bir itina ile ortaya çıkarılmış, bizden olan, bize hitap eden her şey imha edilmiştir. Ayasofya, şimdiki haliyle içinde mum yanmayan, istavroz, günah çıkarılmayan bir kilisedir. Elbette Müslüman bir Türk olarak, bundan hüzün duydum. İdare ve siyaset adamları ne derlerse desinler, nasıl düşünürlerse düşünsünler. Biz her yapılan değişikliği alkışlamak, her olanı, her söyleneni, kabul etmek mecburiyetinde değiliz! Acı duymak hakkımız da mı yok! (Yüksel, 1956: 6).
Burada Osman Yüksel’in en büyük eleştirisi, Ayasofya’nın cami olarak işlevine ve tarihine ilişkin bütün eserlerin ve sembollerin yok edilmesi, bunun karşısında kilise-Bizans geçmişinin ise daha görünür kılınmasıdır. Bu eleştirilerini dile getirirken kimliksel bir aidiyet formu olarak “Müslüman bir Türk” tamlamasını kullanıp, Ayasofya’nın mevcut hali karşısında duymuş olduğu hüznü bu kimlik formu üzerinden kurgulaması, etno-dinsel yaklaşımın devam ettiğine işaret etmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürüleceğine ilişkin kararı kamuoyuyla paylaşırken üzerinde en çok durduğu konu, yapının Osmanlı mirası olduğu, Fatih’i ve fethi temsil ettiği ve dini işlevleriydi. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya konuşmasında, Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti gibi Türk sağının her renginden mütefekkirlere yer vermesi ve Osmanlı-İslam tarihine yapmış olduğu atıflar, Türk sağının süreklilik unsuru olarak görülebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bazı eserler vardır ki bunlar milletlerin ve devletlerin sembolüdür, Ayasofya da işte bu sembollerimizden biridir” sözü, Ayasofya’nın sağ sembolizmin merkezindeki konumunu devam ettirdiğinin göstergesi niteliğindedir. Cumhurbaşkanı’nın konuşmasındaki en önemli vurgu, Ayasofya’nın tarihsel anlamı ve bu anlam üzerinden oluşan kimlik tasavvurudur. “İstanbul’un fethi ve Ayasofya’nın cami haline dönüştürülmesi hadisesi tüm tarihinin, özellikle tarihimizin en şanlı sayfaları arasında yer alır” ifadesi Erdoğan’ın bu bakışını yansıtmaktadır. Ayrıca konuşmasında, Fatih’in İstanbul’u fethettiğinde ilk yöneldiği yerin Ayasofya olduğu, burada minbere bir ok fırlattığını ve sancağını diktiği, ilk Cuma namazının hocası Akşemsettin tarafından burada kıldırıldığı, Bizans’tan harap bir şekilde devralınmasına rağmen müze olana kadar geçen süreçte Osmanlı tarafından geliştirilip güzelleştirilerek ihya edildiği belirtmektedir. Ona göre “Türk milletinin Ayasofya üzerindeki hakkı yaklaşık 1500 yıl önce bu eseri ilk inşa edenlerden daha az değildir”. Ama Ayasofya’nın asıl anlamı, zaman/tarih ve mekân/coğrafya etkileşimiyle kurulan kimlik tasavvurunda yatmaktadır. Bu çerçevede yapılan konuşmadaki şu cümle bunun en mümeyyiz örneğini oluşturmaktadır: “Ayasofya’nın dirilişi Bedir’den Malazgirt’e, Niğbolu’dan Çanakkale’ye kadar tarihimizin tüm atılım dönemlerini yeniden hatırlayışımızın adıdır.” Ayasofya’nın açılmasını bir diriliş olarak metaforik bir anlatımla ifade eden Cumhurbaşkanı, İslamiyet’in doğuşunda yapılan ilk savaş olan Bedir’den, Türklerin Anadolu kapılarını açan savaş Malazgirt’e ve oradan Osmanlı tarihinin ilk büyük zaferlerinden biri olan Niğbolu ve son büyük zaferi olan Çanakkale’ye yaptığı atıf, kimlik tasavvurundaki tarih algısını işaret etmektedir. Burada İslam, Selçuklu ve Osmanlı tarihlerine yapılan vurgu, erken Cumhuriyet dönemi ve günümüzdeki kimlik paradigmaları arasındaki farkı işaret etmesi bakımından ehemmiyet arz etmektedir. Buna ilave olarak, “Ayasofya’nın dirilişi Buhara’dan Endülüs’e kadar medeniyetimizin tüm sembol şehirlerine verdiğimiz bir gönül selamıdır” sözü, medeniyet telakkisi bağlamında İslam medeniyeti dairesi içindeki konumlandırılmayı göstermektedir. Bu durum, yine Ayasofya meselesi üzerinden kimlik tasavvurunun etno-dinsel yönünü yansıtmaktadır (tccb.gov.tr, 10.07.2020). Nitekim Ayasofya açıldıktan sonra yaşanan sembolizasyonda da, bu anlayışın üretilmeye devam ettiği rahatlıkla söylenebilir. Buna örnek olarak, Ayasofya yeniden camiye dönüştürüldüğünde ilk namazı kıldıran Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın minbere elinde kılıçla çıkması verilebilir. Bu durumun, bir Osmanlı geleneğinin yeniden canlandırılmasının çok ötesinde, kimliksel anlamlar ihtiva ettiği söylenebilir. Bu örneğin detaylı bir şekilde konumuz bağlamında açıklanmasına diğer başlıkta yer verilecektir.
* Devam edecek…
** Bu yazı ilk olarak Milliyetçilik Araştırmaları Dergisi’nin Nisan 2021 sayısında yayımlanmıştır.