9 May 2022
Alparslan Türkeş’te Tarih Tasavvuru – I
“Türk tarihini okuyarak, on sekizinci yüzyıldan, yirminci yüzyıla doğru yaklaştıkça, gönlümü büyük bir yas ve sızı kaplar. Ruhumu, teskin edilemez bir kızgınlık ve hareket ihtiyacı sarar. Her gün, saldıran düşmanların önünde, gerileyen ordular… Her gün devrilen kale burçları üzerinden, yere düşen bayraklar… Bırakılan ülkeler… Ve iki yüz yıldan beri durmadan devam eden göçler… Açlıktan, soğuktan, bakımsızlıktan perişan olup giden göçmenler… Her bozgundan sonra bir müddet yas ve onun uyandırdığı tesirle bazı hareketler… Fakat çok geçmeden yine derin bir uyku ve vurdumduymazlık…” (Kazganoğlu, 1950).
1950 yılında müstear ismiyle duygularını bu şekilde ifade eden, Türk Milliyetçiliği fikrini eylem ve hareket hâline getirmiş olan Alparslan Türkeş, 25 Kasım 1917’de Lefkoşe/Kıbrıs’ta doğdu[1]. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra ailesiyle birlikte 1932’de İstanbul’a göç etmiş, bir yıl sonra da Kuleli Askeri Lisesi’ne girmiştir. 1933 yılında mensubu olduğu Türk Silahlı Kuvvetlerinden 1960 yılında emekli olarak ayrılan Türkeş, ilk defa 1965 yılında milletvekili seçilerek meclise dâhil olmuştur. Bir siyaset adamının çok ötesinde Türk siyasî hayatının yanı sıra Türk kültür ve toplum hayatında da iz bırakmış olan Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997’de vefat etmiştir (Türkeş, 1975b; Tanju, 1978; Anadol, 1995; Türk Yurdu, 1997; Öztuna, 2016; Uzman, 2017).
“Karizmatik lider”, “Bilge lider”, “Tarihî şahsiyet” gibi sıfatlar, Türkeş’i anlatmakta kullanılan başlıca sıfatlar olarak Türk milleti tarafından benimsenerek, kabul görmüştür. Tarihî geleneğimiz açısından onu en iyi anlatan, tanımlayan sıfat ise “Başbuğ”dur. Türkeş, Türk Dünyası’nın başbuğu unvanını, sahip olduğu meziyetler ve yerine getirdiği hizmetler açısından bakıldığında en çok hak eden tarihî bir şahsiyettir.
Türkeş’in okuyan ve yazan bir lider oluşu, Türk ve dünya tarihini iyi bilmesi onu farklı kılan önemli özelliklerinin başında yer alır. Türk milletinin tarihini, Türklüğün büyüklüğünü öncelikle anne ve babasından öğrenen (Pakyürek, 1996) Türkeş’in çocukluğu da; Balkan Savaşı, Birinci Cihan Savaşı ve Türk Milli Kurtuluş Savaşının acı tatlı hikâyeleri içinde geçmiş, tahsil hayatı boyunca da yine Türk tarihine ve edebiyatına merakı devam etmiştir. 1944 yılındaki Türkçülük hadiseleri sırasında evinde tespiti yapılan beş yüzden fazla kıymetli kitabın varlığı, yeni üsteğmen olan bir subayın bu sayıda kitaba sahip olması onu yargılayanları da şaşırtmıştır. Daha genç yaşlarda kendisinde oluşan millî şuur ve tarih şuuru sonucunda:
“…Türk milletinin tarihini, hâlihazır durumunu ve geleceğini derinden inceleyerek bunlar için açık ve gerçek, uygun görüş elde etmeye ve olumlu planlar hazırlamaya çalışmayı zevkli ve aynı zamanda vazgeçilmez bir alışkanlık hâline getirdim.” der. (Türkeş, 1988).
Türk Milliyetçiliğinin unutulmaz dergisi “Orkun”da “Kazganoğlu” müstear ismiyle yazan Türkeş’in bu yazılarında fikrî şahsiyetinin güçlü yanını oluşturan tarih şuuru çok açık bir şekilde tespit edilebilir. Bunlar aynı zamanda onun siyasî çalışmalarında açıklanan görüş ve düşüncelerinin de çerçevesini çizmektedir (Gürgür, 1998). Türkeş için, “Milli tarih şuuruna sahip olmak”, Türk milletinin hem kendine yeten, hem de dünya üzerinde nüfuzlu bir millet ve devlet hâline getirilmesini amaç edinen Türk Milliyetçiliğinin hedefine giden yolda önem arz eder (Nalbantoğlu, 1994). Hayatı boyunca, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında, İslam’la Türklük arasında, muhafazakârlıkla ilericilik arasında, mazi ile istikbal arasında ve nihayet Türkiye ile Türk dünyası arasında daima bir köprü olan Türkeş, bu kavram ve değerleri barıştırmaya çalışmıştır (Yalçın, 2017). Bundan dolayı her Türk Milliyetçisinin tarihimizi öğrenmesi, ülkemiz coğrafyasını da bilmesi ve tanıması gerekliliğine inanıyordu. Bu inancı doğrultusunda son nefesini verene kadar değişik kuşaklarda yüz binlerce genç yetiştirdi. Kuşaklar arası köprü vazifesini sürdürerek, Türk gençlerini geçmişiyle barışık hâle getirdi. Türk gençliğinin, tarihiyle, soyuyla ve diniyle gurur duymasını sağlamanın yanı sıra, gençlikte Türklük şuurunu da canlandırmıştır.
TARİH VE TÜRKLER
Tam manada tarih şuuruna sahip bir Türk Milliyetçisi olan Alparslan Türkeş’in, tarih tasavvurunda Hüseyin Nihal Atsız’ın etkisinin olduğu açıkça görülmektedir. Alparslan Türkeş için önem arz eden, tespitini yaparak, üzerinde durduğu ve özellikle vurguladığı düşüncelerine başlıklar hâlinde bu bölümde yer verilmiştir.
Milletler Mücadelesi
Alparslan Türkeş’in düşüncesinde tarih: “Milletler mücadelesi tarihidir!”. Bu mücadelede zafere ulaşabilmek için, güçlü ve her bakımdan kuvvetli bir millet olmak lazımdır. Sosyal, siyasî ve ekonomik yapısını, millî şartlarına uyduramayan milletler bu mücadelede mağlup olmaya mahkûmdur. Bundan dolayı her bir milletin tarihî tecrübeleri ve bu tecrübeler ışığında takınacakları millî tutumları olmalıdır (Türkeş, 1975a; Sarıkaya, 2017). Bununla birlikte tarih aynı zamanda, devletlerin, milletlerin sicili demektir. Bundan dolayı, devletlerarası ve milletlerarası meseleleri değerlendirirken, her devletin, her milletin sicilini iyi bilmek, sicilini iyi incelemek lazımdır (TBMM, 2009).
Türk milletini, dünya üzerinde yaşayan milletler içerisinde en eski milletlerden birisi olarak belirten Türkeş, milletimizin tarihini, çok şanlı olayların yer aldığı, büyük medeniyetlerin tarihi olarak nitelendirmiştir (Türkeş, 1977a). Köklü ve şerefli tarihi diğer milletlerin tarihine benzemez, tarihinin yanı sıra Türk milletine hür yaşama ve yükselme azmi veren millî kültürü ve milli bir dünya görüşü de mevcuttur (Türkeş, 1975a).
Türk Tarihini Tasnifi
Milletler tarihlerini iyi bilmeli ve değerlendirmelidir. Tarih göstermektedir ki, her iki yüz yılda bir Türk milleti geniş ufku ve devlet geleneği sayesinde dünyaya yön veren yeni ve büyük hareketler yapmaktadır. “Hun, Uygur, Göktürk, Selçuk ve Osmanlı Devletleri” bunun birer örneğidir (Türkeş, 1975a). Bunun neticesinde Türkler, Asya’nın doğu kıyılarından, Büyük Okyanus’tan Atlantik Okyanusu’na kadar ve kuzey yarım kürenin buzullarından Hindistan Yarımadası’nın güneyi, Arabistan Yarımadası ve Afrika’nın büyük sahra çölleri arasında kalan bilinen en eski dünya toprakları üzerinde Batı Avrupa hariç çeşitli zamanlarda büyük devletler kurmuş, büyük medeniyetler meydana getirmiştir. O dönemlerde, bu kadar geniş alanlarda kalabalık çeşitli milletlerin ve medeniyetlerin üzerinde büyük devletler kurmak tesadüflere bağlanamaz. Çeşitli topluluklar üzerinde hâkimiyetler kurarak, yerli medeniyetlerle kendi kültür ve medeniyetini terkip ederek yeni medeniyetler meydana getirebilmek, yüksek vasıflara ihtiyaç gösteren bir husustur (Türkeş, 1992).
Alparslan Türkeş, Türk milletinin tarihini iki bölümde mütalâa eder. Bunlardan birincisi Müslümanlığı kabul ederek İslâmiyet’e girmeden önceki tarihimizdir ki, bu dönem tamamen Orta-Asya’da cereyan etmiştir. Bu dönemde Asya’nın Hindistan ve batı bölümleri, batı uçları dışarıda kalmak üzere, her köşesine kadar Türkler yayılmış ve büyük mücadele ile büyük devletler, büyük medeniyetler meydana getirilmiştir (Türkeş, 1993).
İslâmiyet’ten sonraki dönem ise Türklerin batıya doğru yayıldıkları ve Batı Asya’da daha sonra Avrupa’da ve Afrika’da kendilerini gösterdikleri dönemdir. İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, Türklerin Asya’da faaliyetleri devam etmiştir. Asya’da da yine birçok devlet kurmuş, yayılmışlardır (Türkeş, 1993).
Türk tarihinin en büyük devlet ve medeniyetleri ise Türkeş’e göre batıda doğan Selçuklu Devleti ve takipçisi Osmanlı Devleti olup, özellikle Osmanlı Devleti gözleri kamaştıran eserleriyle insanlık tarihine yeni ve büyük bir medeniyet inşa etmiştir (Türkeş, 1977a). Türk milletinin sahip olduğu büyük enerjiyi ve medenî kabiliyeti, teşkilatçılığı inkârı imkânsız hale getiren ise:
“Türk milletinin Asya’nın en doğu kıyılarından, Avrupa’nın ortalarına, Sibirya’nın kuzeyindeki buzlarından, Hint Okyanusu’na ve Çin Denizi’ne diğer taraftan da batıda Atlantik Okyanusu’na, Afrika’da Atlantik Okyanusu’na varan Avrupa’da Viyana’ya ve Polonya’ya kadar dayanan, Rusya’da Rus ovalarına kadar uzanan çok geniş bir saha içinde gösterdiği varlıktır.” (Türkeş, 1993).
Batı’ya Dair Düşünceleri
Bizans’ın, Türklerin batıya doğru yayılmasında karşılaştıkları en büyük kuvvet olduğunu belirten Türkeş, gelişen Türk gücü ve Türk teşkilatçılığının Bizans’ı yıkmaya ve İstanbul’un fethiyle de son varlığını tarihten silmeye muvaffak olduğunu, bunun sonucunda da Batı âlemine karşı üstünlük kurduğunu vurgular (Türkeş, 1977a).
17.yüzyılın sonlarına kadar Batı’ya karşı medeniyet, siyaset ve askerî alanlarda daima Türkler lehine devam eden bu üstünlük, özellikle 1683 yılında yaşanan Viyana bozgunundan itibaren ise Batı lehine değişmiştir. Bu üstünlüğü sağlayan ilk gelişmeler 14. yüzyıldan itibaren özellikle Batı Avrupa’da ortaya çıkan uyanışın ilk hareketi Rönesans ile başlamış, modern ilim metodu üzerinde gelişmeler sağlanmış ve ilim alanında hızlı adımlar atılmıştır. Amerika kıtası ve yeni ticaret yollarının keşfi sonucunda fethedilen toprakların zenginlikleri Batı dünyasına taşınırken, bunun sonucunda da tarihin hiçbir devrinde hiçbir ülkede görülemeyecek kadar çok miktarda bir zenginliğin yığılması, bir sermaye birikimi meydana gelmiştir. Buharın keşfi ile kitle hâlinde üretim yapılması ve ürünlere pazar olan sömürgelerin çokluğu, Batı dünyasını çok güçlü hâle getirirken, iktisadî olarak doğu ile hiç kıyaslanamayacak derecede zenginleştirmiştir (Türkeş, 1993).
Dünyanın her tarafına yayılan Batılılar, kendisini yüzlerce yıl tehdit etmiş olan Türk yayılmasına karşı da mukabil harekete geçmeyi kendisi için bir politika yapmıştır. Bunun neticesi olarak, devamlı doğuya karşı yönelmesi sadece Osmanlı devrine münhasır olmamıştır. Selçuklular devrinde de düzenlenmiş olan Haçlı seferlerinin temelinde dinî faktörlerin bulunduğu bir gerçek olmakla beraber, ekonomik faktörlerin bulunduğu da ilmî bir gerçektir. 1683’ten sonra Doğu, Batı’nın bu saldırıları karşısında yenilgiye uğramaya başlarken, Türkeş’ göre özellikle 14. yüzyıldan itibaren:
“Batı, Hıristiyanlığın ve Eski Yunan medeniyetiyle, Rönesans’ın ve gelişen modern ilmin güçlü tesiriyle bu üç ayrı kaynağın karmasından oluşan yeni bir kuvvetle, yeni bir varlıkla ortaya çıkmıştır.” (Türkeş, 2018).
Bunun yanı sıra bilhassa 17. yüzyıl sonlarında meydana çıkan kuvvetli milliyetçilik akımları Avrupa’da yeni siyasî gelişmelere yol açarken, Doğu’ya ve Osmanlı Devleti’ne göre o günkü şartlarda çok iyi teşkilatlanmış, güçlü halde bulunan Batı ülkeleri, bu yeni akım ile Osmanlı Devleti’ne karşı faydalanma yoluna gitmiştir. Türkeş, 20. yüzyılın son çeyreğinde Batı dünyasını değerlendirirken şöyle der:
“…Yine Batı dünyasının görüşleri Türkiye’ye karşı daha eski çağlardaki Batı’nın görüşlerinden pek farksız bulunmamaktadır. Bu görüşlerde dinin ayrı bir yeri vardır, ekonomik faktörlerin ayrı bir yeri vardır, siyasî faktörlerin ayrı bir yeri vardır. Her üç faktör de Türkiye’nin, Türk milletinin aleyhine bir tutumdan beslenmektedir. Aleyhine bir tutumdan destek almaktadır. Bunu her Türk iyice anlamaya ve bu gerçeği gözden kaçırmamaya mecburdur.” (Türkeş, 1977a) .
* Devam edecek…
____________________
[1] Türkeş’in ataları Kayserili olup, Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi olarak bilinmektedir. 1860 yılında, Pınarbaşı ilçesinin Yukarı Köşkerli köyünde meskûn bu aile, bir toprak meselesi yüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz’in fermanıyla Kıbrıs’a gönderilmiştir (MHP, 2018).